Mavi huydur bende
Herkesin bir mavisi vardır, gözlerini kapattığında. Yada en kötüsünden hayallerinde, gizlediği… Kimine göre aşkın mavisi, kimine göre şarkıların mavisi, kimine göre ise çiçeklerin mavisi. Mavi; tanımlara sığmayan yaşama, ben buyum deyip egosuna yenilmeyen elle tutulur bir yokluktur. Benim mavim ise; içimdeki mutluluk, hayalimdeki çokluktur.
Edip Cansever, günlerden adlı karamsar şiirindeki en aydınlık dizede şöyle anlatır kendi mavisini..
maviyi soruyordun, gözlerimden yüzüme yayılan maviyi mi
bir renk değildir mavi huydur bende
ve benim yetinmezliğimdir
ve herkesin yetinmezliğidir belki
denecektir ki bir süre
ve denenecektir
bir akşamüstünü düşünmek bir akşamüstünü düşünmekten başka nedir ki.
Mavi’ye bir değer biçmek gerekir. Onu renk olmaktan çıkarmak gerekir. Mesela vişne kırmızısın tatlı albenisi, açık yeşilin ekşi elmayı hatırlatması, pembenin kızsal şeyleri düşündürmesi yada koyu sarının kırmızının yanına yaraşan en iyi asil renk olması gibi. Şairlerde maviye, deniz adını koymuşlar. Hani otobüs ile giderken dağı aştığımızda görülen o manzarayı daha yakın görebilmek için kafamızı cama yakınlaştırmamızı, arabayı park ettikten sonra hızlı adımlarla koşarak ayaklarımızı suya soktuğumuz yada vapura binince en üst kısma çıkıp en uca oturarak en güzel anına şahit olmak istediğimiz o harika şey olan deniz.
Deniz kokan bir şehirde büyümemenin eksikliğini her zaman vurgularım ve ölünceye kadar (bu yazıda ölmek yok) söyleyeceğim belki. Büyürken genzimi tuz yakmadı benim. Canım sıkıldığında rakımsız bir yerde dolaşamadım. Gece denize giremedim ben. Sahilde ıslanamadım. Ama içimdeki mavi’nin bir parçasını büyüttüm. Bendeki mavi tek parça değildir. Deniz, sadece onun bir parçası.
Hayat, şimdiye kadar mavi yerinden vurmadı beni. Vurduysa bile vurmadı demek istiyorum, çünkü aklımda hala mavinin tadı yok. Maviyi iki çift yeşilin içinde buldum ben. Sonra girdiğim bir iddiayı kaybettim ve Nazım Hikmet iddiayı kazandı. Benden, “motorları maviliklere süreceğiz” cümlesine aşık olmam için söz aldı. En sonuncusu ise; sıradan bir kuş idi: Martı Jonathan Livingston. Bu üç şey; beni Mavi’min içindeki bir parçayı oluşturdu. Adı; özgürlüktü.
Bir perinin gelip elindeki asa ile sihirli yıldızlar çıkararak beni kusursuz bir yaşama kavuşturmasını hayal ederdim. Yalnız kusursuz bir farkındalıkla yaşamayı beklemekten bıktım ben. Ama gün içinde küçük gitmeler yapabiliyorum artık. Önceden değil başka şehre gitmek, iki sokak öteye gitmeye üşenirdim. Şimdi ise sırt çantam, hayalim ve hiçbir zaman başka kitaba geçmek için bitirmek istemediğim kitap ile yollara çıkmaya hazırlanıyorum. Mutluluk bulaştırmaya. Mutluluk bulaşıcıdır, koşup yaymak gerek. Zira bana başkasından kopyalanan en güzel yanlarımdan biri bu. Mavi’nin başka bir parçası.
Bir de güzellik varmış. Tensel olmayanından. İnce düşünülebilen. Herkese paylaştırılabilen. Misal; çayı içerken eşini görmek için demli yerine açık çay içmek, yüzündeki kirler yüzünden birinden iğrenmek yerine eline su dökmek, genelevdeki bir kadına şefkat beslemek, sokakta yürürken tanımadığın esnafa hayırlı işler demek, birinin düşüncesinde yaşamak, kızlara karşı kanka ayağına yatıp sokulmaktansa çekingen olmak, bir erkeğe bugün çok yakışıklısın demek, yalnız yemek yememek, bana gönderilen bir cümleyi kucaklamak yada bambaşka olan sonsuz tanesi.
Dedim ya, mavi bende çoktur. Tekil değildir. Bütün değildir. Değişir. Zamanla, eşe sahip olunca, çocuk olunca, işe girince, arkadaş edinince, üzülünce, sevinince.. Ben de mavi tamamlanmayacaktır.
Ama ne var biliyor musunuz? Bunca kötülüğün, çirkinliğin, ahlak eksikliğinin, yalnızlığın, kalabalıklığın, iyi zamanların, zamansızlıkların, yaşamların, yok oluşların, çiçeklerin, arıların, hatta kanımı emmek için yılmadan sayısız girişimde bulunmasına hayran kalarak izin verdiğim sivri sineklerin içinde,
Güzel bir yazı oluşturmuşsunuz emeğinize sağlık Teşekkürler